bumerang

Bumerang - Yazarkafe

4 Kasım 2012 Pazar

Kötü bir anne miyim? sendromu

Bilmem böyle bir sendrom var mıdır... Şu anda hissettiklerimi tıp dünyası adlandırmak istese sanırım böyle adlandırırdı. Sanki hiçbir şeyi doğru yapamıyormuşum gibi geliyor ve kendimi bir anda her şeyi kötü yaptığını düşünen ve bebeğine zarar verdiğini düşünen kötü bir anne gibi hissediyorum.

Ertesi gün oluyor ya da birkaç gün geçiyor. Aaa bir de bakıyorum ben her şeyi becerebilen, çok başarılı ve bebeği ile uyumlu bir anne gibi hissediyorum. Bu gel-gitler o kadar yoruyor ki beni size anlatamam. Acaba kızım da bu gel-gitlerimden yoruluyor mudur? Sanırım etkileniyordur. Şu anda kötü bir anne modundayım ve her sabaha neredeyse suratım asık kalkıyorum :( Ne kötü şey böyle hissetmek... O kadar ay karnımda taşıdığım ve doğmasını bekleyip heyecan duyduğum varlığı sırf bu gel-gitlerim yüzünden üzüyorum hatta belki ileride bana küfür edeceği özelliklere sahip olmasına neden oluyorum. Allah'ım sen yardım et :(

Bu gebelik ertesi hormonların iniş çıkışları ve özellikle menstruasyon dönemlerinde tavan yapan sinir halim artık gitsin bir daha gelmesin, ölene kadar pamuk şeker gibi bir kadın olayım istiyorum ama gel gör ki gerçek hayat hiç de istediklerini hemen vermeye hevesli değil. Önce tıpkı gebelik gibi, o hisse ya da karakter özelliğine sahip olmaya gebe kalman gerekiyor. Sonra istediğin o hissi ya da karakter özelliğini 9 ay karnında taşıman gerekiyor ve en en en son sancıyla doğurarak istediğin maneviyata sahip olman gerekiyor. Yoksa o sahip olmak istediğin manevi boyut her neyse, sahip olman imkansız. Bu evrelerden geçeceksin başka çare yok. Bu evrelerden geçmedikçe o duygu, karakter özelliği kalıcı olarak senin olamıyor. Hep geçici sahiplikler yaşıyorsun ve sonra bir süreliğine süt liman yaşadığın günler tekrar eski halini alıyor ve seni mutsuz ediyor.

Ezcümle, içim sıkılıyor ve sevgili kızımın bu iç sıkıntısının dışa vurumundan en asgari düzeyde etkilenmesini diliyorum...

1 Kasım 2012 Perşembe

İki kadın

Hayat pek enteresan gerçekten de... Bir kadın çıkıyor karşıma ve evlat edindiği çocuğun özellikle zihinsel bir özrü olmasını istediğini söylüyor. Öyle de oluyor, gidip zihinsel problemi olan bir çocuk evlat ediniyor ve onu büyütüyor, onunla yaşıyor.

Diğer bir kadın, karnındaki bebeğinin %60 oranında zihinsel özürü olabileceğini doktorlardan öğreniyor ve içi ezilse de, o cana kıymaya karar veriyor.

İki kadın, iki birbirine benzeyen durum, iki farklı karar, iki farklı yaşam... Elbette hayatta "tam doğru" diye birşey yok. Hangisi doğru karardı ya da hangisi daha etik bir durum ya da öyle birşey var mı? Hepsini Allah bilir ve umut ediyorum ki ilerde buradan ölüp gittiğimde bu cevabı alabilirim. Ancak böylece ruhumun huzura ereceğini ve o güzel varlıktan ancak böyle özür dileyebileceğimi biliyorum.

Temelde hepimizin başına birşeyler geliyor. Sadece başımıza gelen şeyler birbirinden farklı oluyor ama önünde sonunda hepimiz tüm bir hayat boyunca birşeyler yaşıyoruz. Tüm bu yaşadıklarımıza verdiğimiz tepkiler ya da yaşadıklarımız sırasında yaptığımız seçimler hep farklı ve bizim kaderimizi oluşturuyor. Yani aslında özgür irademiz ile seçim yaparak yaşıyor ve yolun sonuna gelip hayatımıza baktığımızda kaderimizi görüyoruz. Hayatta karşılaştığımız her bir kişinin, olayın tesadüften çok, çok öte olduğunu düşünüyorum. Sanki birbiri içinde ve müthiş bir matematikle kurulmuş bir ağın sadece küçük bir halkasıyız ve hayat boyu yaşadığımız her şey, gördüğümüz, konuştuğumuz her bir kişi bu ağın diğer parçaları... Ölünce büyük resmin ne olduğunu da görmeyi ya da en azından bana büyük resmin ne olduğunun söylenmesini ümit ediyorum :) Yaşarken büyük resmin ne olduğunu sadece tahmin edebiliyor insan. Hatta bazen tahmin bile edemeyecek kadar çok kafası karışıyor. Neyse, lafı biraz uzattım ama başıma "nedensiz" gelmediğine inandığım bu özel olayı paylaşmak istedim. O günden beri yaşadığım bu olay üzerine düşünüyorum ve doğru seçim yapabilmiş olmayı diliyorum.

11 Eylül 2012 Salı

Normal doğum yapmak

Hiç doğum hikayemi paylaşmadığımı gördüm ve bu güzel anıyı herkesin göreceği bir yerde paylaşmak istedim. İstedim çünkü normal doğumdan korkan anne adaylarına belki küçük de olsa cesaretli olmak konusunda bir katkım olur.

Öncelikle Normal doğum ya da sezaryen fark etmez, önemli olan bebeklerimizin dünyaya nasıl sağlıklı bir şekilde geleceği. Bu nedenle ille de normal doğurun baskısını yapan her tür kişiye karşıyım. Hatta anne eğer gerçekten çok korkuyorsa ya da bu tür ağrılı, sancılı vs. durumlara gelemiyorsa onun için en sağlıklı durum sezaryen doğum bile olabilir. Bir anne adayı koşullarını ve kendini en iyi bilen, tanıyan kişidir. Bu açıdan ben sadece kendi doğum hikayemi paylaşacağım. Kimseye birşey empoze etmek değil amacım, haşa :))

Nedense, sanırım çocukluğumdan beri duyduğum konuşmalardan ve yorumlardan, normal doğum dışında bir seçenek bana tam anne olamayacakmışım gibi hissettiriyordu. Hatta sezaryen doğum yapan anneler bana yarım anne gibi geliyordu :) Şimdi düşündüğümde bu algının ne kadar çarpık ve gülünesi olduğunu düşünüyorum. Anne sütü vermek ile ilgili de yarım annelik düşüncesi içindeydim ve şu anda bizzat mama veren bir anne olarak bu durumun hiç de dışarıdan göründüğü gibi olmadığını anladım. Yorum yaparken ya da bir durumu algılarken insanın eline, diline, gözüne ve düşüncesine ciddi olarak hakim olması gerekiyor. Allah hepimizi "doğru düşünen ve algılayan" kullarından eylesin inşallah...

Normal doğumun en güzel yanı ve belki neden bu kadar özel olduğunun yanıtı, bebeğinizle organize halde bir takım olarak sonucu olan ilk eyleminizi gerçekleştirmeniz. Normal doğum, anne ve bebeğin birlikte gerçekleştirdiği bir takım işi bence. Yani ben biraz bu durumu böyle algılıyorum. Tabii ki bu takımın tamamlayıcı üyeleri işlerini çok iyi bilen doktor, hemşire ve ebe gibi uzmanlar. Onlar olmazsa sonuç da başarılı olmaz. Ancak işi esas gerçekleştirenler anne ve bebek. Anne, bebeğine daha önce öğrendiği ve çalıştığı nefes teknikleri ile yardımcı olurken bebek de annesinin verdiği direktiflerle dışarı doğru çıkma hareketi gerçekleştiriyor. Bu takım işi değil de nedir siz söyleyin bana :) En en en temelde sırf bu yüzden normal doğum yapmak istemiştim ve Allah bana o güzel duyguyu üçüncü kez ama bu sefer mutlu bir sonla yaşattı. Allah her kadına bu duyguyu yaşamayı nasip etsin inşallah.

Kolay bir doğum şekli olmadığını söylemeliyim. Elbette ağrılı bir yanı var ancak ağrı denilen şey oldukça bireysel olduğundan tamamen kişinin acıya dayanıklılığı ile ilgili. Ben biraz acı eşiği yüksek bir kişi olarak ve tabii ki bu doğumun üçüncü doğum olması sebebiyle rahat bir doğum gerçekleştirdim. Ameliyathaneye güle oynaya gittim diyebiliriz. Epidural normal doğum yaptım. Açıkçası epidural daha çok odaya çıktığımda ağrı kesici niyetiyle etkili oldu :) Yani aslında tüm ağrıyı ve dikiş seromonisini hissettim diyebiliriz. Ancak öyle bir atmosfer oluyor ki, bebeğinizin dünyaya sağlıklı bir şekilde gelmiş olmasının verdiği huzur ile pek bir acı duymuyorsunuz. Hatta masada düşündüğünüz tek şey dikiş faslının hemen bitivermesi ve bebeğinize kavuşma hayali oluyor.

Sözün özü, normal doğum yapmak doğumun her evresini bebeğinizle birlikte yaşamanızı ve doğum sürecinin nasıl noktalandığını görmenizi sağlıyor. Bebeğinizi kucağınıza hemen almanızı ve o bağı ilk saniyelerde atmanızı sağlıyor ve her şeyden önemlisi, tüm bir hayatınız boyunca hatırlayacağınız en güzel anıyı zihninize kazıyor. Şayet ağrı duymak, ki Allah gerçekten sabrını veriyor ve ertesi gün çektiğiniz ağrıyı hatırlamıyorsunuz bile, sizin için çok da problem değilse iyi bir tıbbi ekip bularak normal doğum yoluna gitmenizi öneririm ve herkese normal sezaryen fark etmez, sağlıklı doğumlar dilerim.

23 Ağustos 2012 Perşembe

Ve gerçekten bitti :))

Dün kızımın kolik ağlamalarının sona erdiği resmi olarak onaylandı: artık kolik ağlamalarımız tamamıyla sona erdi. Dün gece huzursuzdu ve bir uyuyup bir uyandı ancak hiç krize girmedi ve sıkıntısını mızmızlanarak, söylenerek ve daha da güzeli sesler çıkarmaya çalışarak yani vakit geçirerek atlattı. Dün koynuma aldığımda ilk kez benimle gerçek bir iletişime geçtiğini fark ettim. Artık gülümsüyor, "Eka" şeklinde bir sözcükle konuşuyor ve değişik çığlık atma, ses çıkarma denemeleri gerçekleştiriyor. Ah bir de "Kızım dilin nerede?" diye sorup dilinizi çıkardığınızda gülümseyerek yani daha doğrusu size gülerek kendi dilini hafifçe dışarı çıkarıyor.

Çok acayip güzel bir duygu bu. Öyle bir duygu ki, henüz gözünün önündekini seçmeye mecali olmayan bir varlık tam 2.5 ayda iletişim kurabilen, gülümseyen sosyal bir varlığa dönüşmeye başladı. Zevkli olan tüm bu gelişmeleri gün be gün izleyebilmek ve her gün ortaya çıkan değişime ağzı açık bir şekilde ve hayranlıkla şahit olmak... Bilmem onu ne kadar çok sevdiğimi eklemeye gerek var mı :))

Kolik ağlamalarının bitmesinde etkili olan iki şey olabilir: birincisi, 40'ını çıkarmış olması ve ikincisi mamayı değiştirmiş olmamız. Hala anne sütüm az geliyor ve ne yazık ki tek göğüsten geliyor. Ama kızım tek göğüs olsa da çok şükür emmeye istekli ve devam ediyor. Mama olarak daha önce başka bir marka kullanıyorduk ve yaklaşık 2.5 haftadır şu an kullanmakta olduğumuz mamaya geçtik. Mama ismini isteyenler bana özelden mail atabilirler (spitir@gmail.com). Sanırım mamaların gaz yapma durumları da farklı olduğundan kızım değiştirdiğimiz ve şu an kullanmakta olduğumuz mamadan memnun kaldı. Nasıl desem, sakinleşti. Gaz sancıları onu çılgına çeviriyor ve ağlama nöbetlerine neden oluyordu. Şimdi ise, sakin ve vakit geçirmekten keyif alan bir kıza dönüştü.

Bu aralar başka bir derdimiz var ve sonucu ne çıkacak tam olarak bilemiyoruz. Kızım arka arkaya, biri tamamıyla yemyeşil olmak üzere üç-dört kere yeşil kaka yaptı. Bir kez tamamen yeşil renk, diğerleri ise normal kakasının içinde yeşil bölgeler şeklinde... Doktor (ki bu da başka bir mevzu, iyi çocuk doktoru bilen var mı:(( ) gaida testi istedi. Kakasını yaptıktan sonra yarım saat içinde kaka örneğini laboratuvara ulaştıracağız. Bakalım bu çok önemli görevi başarıp kızımızın neyi olduğunu bulabilecek miyiz. Sonuçları elde etmez buradan yazarım. Şimdilik sevgiyle ve mutlu kalın :))

12 Ağustos 2012 Pazar

Benim minik papatyam iki aylık oldu!!!

Evet, varlığı ile bizi şenlendiren minik kuzumuzun doğumundan beri tam 60 gün yani iki ay geçti. Dile kolay iki aydı çünkü hem onun bize alışması için, hem bizim ona alışmamız için oldukça zorlu bir süreçti. Hadi bizim ona alışmamızı saymayacağım çünkü biz ona zaten hazırdık ve alışmıştık daha o gelmeden ama asıl onun dünyaya alışması, bize alışması zordu ve o da bu 60 gün içinde sanırım gerçekleşti. Sanırım diyorum çünkü doğrusunu yine Allah ve kızım bilir. Gözlerinden ve davranışlarından anladığım kadarı ile artık hepimizi tanıyor. Yani annesini, babasını, anneannesini, teyzesini sözün kısası doğumundan beri gördüğü herkesi tanıyor gibi bakıyor. Bu rahatlık çok enteresandır kolik ağlamalarına da yansıdı. Daha önce yazmış olduğum "Kolik mi? O da ne?" yazısındaki surat ifadeleri değişti. Yani artık o çaresiz bakışı atmıyor, korku dolu bir bakışı vardı. İşte o bakış yok oldu sayılır, en azından evde yani kendi ortamında bu ifadeyi takınmıyor artık, artık derken son bir haftadır. Dolayısıyla ağlamalarının şiddeti de göreceli olarak azaldı. Sanırım tam olarak bitmedi ama hafifledi. Bazen ağlamayıp beni şaşırtıyor ve içimden bir ses bu konunun kapanmasına az kaldığını söylüyor.

Kızım Ayşe'ye bakarken dünyadaki milyarlarca insanın bir zamanlar ne kadar savunmasız ve saf olduğunu, o muhtaçlığımızı ve saflığımızı unutarak nasıl da kendimizi dünyanın sahibi sandığımızı düşünüyorum ve dünyaya ilk geldiğimiz halimizi hiç unutmasak, yani hayal bu ya bir şey olsa ve o an hissettiğimiz duygular bize hep hatırlatılsa aynı bencilliklere, ukalalıklara, böbürlenmelere sahip olur muyduk? diye düşünüyorum. Sanırım olmazdık, yani tüm o duyguları hatırladığımız için olamazdık.

Aynı şekilde Ayşe'm bana baktığında, gözlerinin arkasında başka bir dünya görüyorum. Ona sığınak olan, yumuşak ve sıcacık anne karnından çıkıp dünyaya geldiğinde daha önce hayatında hiç bilmediği kokular, sesler, görüntüler görmeye başladı minik kuşum. Bir de hissettiği duygular var tabii. Yani müthiş bir bombardıman... Ve o küçücük bedeni, zihni ve kalbi ile tüm bunları hem anlamaya, hem de tüm bunlara alışmaya çalıştı. Bebekler ağlamayıp da ne yapsın, "ben nasıl bir yerdeyim" diye sızlanmaları ne kadar da normal. Ve sanki ben yaşamamışım gibi konuşuyorum ama hatırlamıyor olmam tüm bu doğum travmasını yaşamadığım anlamına gelmiyor. Hepimiz yaşadık ve o travma hepimizin bilinçaltında apaçık duruyor. Hayatımızın tümünü etkileyebilecek ilk satırlar orada atılıyor ve bunları düşünerek kızımın güzel satırlar yazmasını sağlamaya çalışıyorum. Herkese dediğim gibi, o satırların güzel olup olmadığını yine kızım söyleyecek büyüyünce, o güne kadar yine ben elimden geleni yapmaya çalışacağım. Hatasız kul olmaz misali tabii ki hatalarım olacak. O hataların etkileri de Ayşe'min hayattaki sınavlarını oluşturacak ;)) Müthiş Yaratıcı'dan müthiş bir sistem :))))

31 Temmuz 2012 Salı

Beklentiler ve Hayal kırıklıkları

Bir an düşündüm de, yani kendi hayatım üzerine, ne de çok beklenti oluşturuyoruz hayatın aslını yaşamaktansa... Aslında tüm bunların bir illüzyon olduğunu varsayarsak, yani kendimiz ve çevremizdeki, hayatımızdaki her şeyin bir illüzyon olduğunu varsayarsak, tüm bu kişilerden ve şeylerden ne çok beklenti içindeyiz. Sürekli bir şey yapmalarını, bizi anlamalarını, duyarlı olmalarını ya da olayları bizim gibi görüp düşünebilmelerini istiyoruz. Bu yazıyı yazdıktan sonra bunu yapmaktan vaz mı geçeceğim? Elbette hayır ama nihayetinde farkında olmak da güzel bir duygu :)

Cehennemi veya Cenneti dünya koşullarında yaşamak tamamıyla insanın elinde. Sözün gelişi elinde tabii, aslında zihninde. Yani kişiler ya da olaylar ile ilgili önce beklenti içine giren, sonra bu beklentiler ile ilgili hayal kuran kişi sanırım arafta demektir. Yani o beklentiler gerçekleşmeyip hele bir de kurulan hayaller yıkılınca Cehenneme geçiş gerçekleşir. Aksi olup, ki bu genelde pek olmaz, tüm beklentiler ve hayaller gerçekleşince bir anda kendinizi cennette bulursunuz. Ben genelde hayatımı beklentiler kurarak ve beklenti yaratmak yetmeyip bir de hayal kurarak iyice cehenneme çevirebiliyorum.

Asılında tam cenneti yaşayabilmek tek bir koşula bağlı sanırım; akışa bırakmak, başka bir deyişle tamamen teslim olmak tıpkı doğum ve ölüm gibi... Nasıl o zaman yapacak bir şeylerimiz yoksa ve tam teslimiyetten söz ediyorsak, aynı şekilde eşimizden, arkadaşımızdan, ailemizden ya da yeni bir işten, yeni bir evden, sonuç olarak hayatımızın içindeki her şeyden - buna kendimiz de dahil- bir şey beklemek yerine onları oldukları gibi kabul ederek teslimiyet göstermeliyiz sanırım.

Yapamayanlardan biri olarak, teslim olma fikri kafamın hep bir köşesinde mevcut ancak hala kendime, etrafımdakilere ve çoğu olaya tam teslimiyeti sağlayamadım :( Bu çok uzun bir yol biz sıradan insanlar için. Uzun ve yorucu, kimi zaman bezdirici bir yol... Ama inanıyorum ki bir gün, bir şekilde tam teslimiyete muktedir olacağız. En azından doğumda olduk, ölümde de olacağız, yani toplam iki kere illaki teslim olacağız :)

27 Temmuz 2012 Cuma

aslında...

Umut dolu yazılar yazmaya çalışırken çoğu zaman karamsar bir insana dönüştüğümü fark ettim. Bu hislerin lohusalık dolayısıyla olmasını umut ediyorum. Durup dururken oluşan bir sinir: benim istediğim gibi gitmeyen durumlara duyduğum yoğun öfke... Aslında bu öfke çok gereksiz. Bir yanım hiçbir şeyin tam olarak planlanan şekilde gidemeyeceğini ve bu nedenle canımı sıkmamam gerektiğini söylüyor ama o diğer yanım, "bu böyle olmalıydı, şu saatte şunu yapmalıydın vs." gibi bastırıyor da bastırıyor. O bastırdıkça benim sinirlerim alt üst oluyor ve bir öfke patlamasıdır alıyor gidiyor. Sonra, çok sonra yatışınca ya da işler benim istediğim raya tekrar oturunca bir anda bir pişmanlık ve "aslında" sergilememem gereken tavırlar geliyor aklıma. Vicdanım sızlıyor ve "nerede kaldı umut dolu yazıları yazan kadın?" diyerek kendimi azarlıyorum :)

İnsanız elbette mükemmellik diye bir mertebe yok. Yani mutlaka var da, bizim gibi sıradan insanlar için henüz yok. Belki bir gün ya da başka bir alemde mümkün olabilir bu mükemmellik ancak şu evrede ve bu dünyada kendi adıma mükemmelliğe ulaşmam şimdilik zor görünüyor. Bu çabalamayacağım demek değil elbette, zaten sadece dünyaya yemek, içmek için gelmediğimizi düşünüyorum. Bu arayış illa bir sona ulaşmayabilir, olsun arayış arayıştır.

Bebekli bir hayat, bambaşka bir hayatmış. Yani günün nasıl geçtiğini anlamamak bir yana, eskiden yaptığınız hiçbir şeyi yapamıyorsunuz ve dahası eşinizi dahi göremiyorsunuz. Üstelik benim gibi neredeyse çalışmaktan eve bile gelemeyen bir eşe sahipseniz, eşinizi görmeyi direkt unutmanız gerekiyor. Tüm bu saydıklarım insanın üzerinde çok yoğun bir baskı oluşturuyor ve insan birkaç kere görmezden gelse de, bir süre sonra ve bir noktada öfke-üzüntü-çaresizlik patlamasına kapılıyor. İşte o anlarda içimden bir küçük varlık çıkıp (ne kadın ne erkek, cinsiyetsiz ama çok umutlu) "Şükret bakalım sahip olduklarına! Yaptıklarına odaklan, yapamadıklarına değil" diyor ve bir anlık da olsa geveşememi sağlıyor. Bir anlık gevşeme diyorum çünkü tıpkı hayattaki gibi onun da bir zıttı var ve o zıttı hiç de umutlu konuşmuyor, hep olumsuz, hep mutsuz ki şöyle diyor "Sen bir daha bütün bunları tekrar yapabileceğini mi sanıyorsun? Hele hele eşini görebileceğini mi zannediyorsun ya da sohbet edebileceğinizi ya da yine sadece ikinize ait olan bir zaman geçirebileceğinizi..." gibi can sıkıcı konuşmalar ve insana düşünmek istemediği kadar kötü düşünceler düşündürtüyor. Sanırım insanın yatkın olduğu ses hangisi ise, ona göre pozitif bir insan mı olduğu ya da negatif bir insan mı olduğu ortaya çıkıyor. Eskiden hemen o mutsuz ses beni alır götürürdü ama yaşadığım onca olaydan sonra çok şükür artık olumlu sesi duyabiliyorum hatta inanmazsınız kimi zaman o mutsuzluk abidesini susturabiliyorum :) İsteğim onu komple susturmak, yani hiç konuşmasın... İşte sanırım bu durum ölene kadar mümkün olmayacak...

Şimdi kızımı beslemek için hazırlanmam gerekiyor, artık bu felsefik yazıya daha sonra devam etmek umuduyla, hoşça kalın sevgiyle kalın :)))

26 Temmuz 2012 Perşembe

Kolik mi? O da ne?

Başlıktan da anlayacağınız üzere kızımın koliği varmış... Aslında gaz sancısı olarak yaygın olarak bilinse de, psikolojik olma olasılığı da fazla, yani daha doğrusu tam da neden kaynaklandığı bilinmiyor. Bilinmediği için de, herhangi net bir tedavi mümkün değil.

Şöyle ki, benim minik papatyam akşam saat 7 sularında ağlamaya başlıyor ve artık o günkü performansına göre gece 10-11-12-1-2-3... Nereye kadar ağlayabilirse ağlıyor, taa ki canı istediğinde susup uyuyana kadar... Enteresan bir durum bence ve eğer bebeğinizi gözlemlerseniz değişik ipuçları bulabileceğinizi düşünüyorum. Örneğin Ayşe Kuzum sadece o saatlerdeki ağlamalarında çok değişik bir surat ifadesi yapıyor. Sanki birşeyden korkmuş/çekiniyormuş gibi bir surat ifadesinin ardından birleşen bir ağlama geliyor.

Bence bu koliklik durumu çok özel bir durum. Bebekler geldikleri yeri unutmak için çaba gösterirlerken bu ağlama nöbetlerini yaşıyorlar gibi geliyor bana. Kimi bebek hiç yaşamıyor - belki geldiği yerdense dünyayı tercih ettiği için-, kimi bebek hafif atlatıyor ya da kimi bebek bu dönemi ağır bir şekilde atlatıyor... İşin enteresan taraflarından, daha doğrusu esrarengiz taraflarından bir tanesi de, bu dönemin ne zaman biteceğinin bilinmemesi... Bebeğiniz ne zaman isterse, içindeki takvim ona ne zaman durması gerektiğini söylerse o zaman duruyor. Bizde o takvimin gelmesini bekliyoruz. Yine de bu kadar ağlama içinde çok mümkün olmasa da, bu dönemi bebeğinizi gözlemleyerek geçirdiğinizde yine çok enteresan buluşlar yaşıyorsunuz ve bebeğinizi daha iyi tanıyorsunuz.

Bilmiyorum gerçekten faydası oldu mu ancak dün gece Ayşe'me ilk defa gece ve gündüz farkını anlattım. Çünkü bir önceki gece yaklaşık gece 3'e kadar ve neredeyse hiç durmadan ağladığı için- hem de katıla katıla- ertesi gün ona bu farkı anlatacağıma dair kendi kendime söz vermiştim ve geceye daha hazırlıklı girdim. Yani başıma gelecekleri biliyordum ve ona olabildiğince pozitif enerji veren kişinin benim olmam gerektiğini biliyordum. Sonuç olarak, Ayşe kuzum da dün geceyi daha rahat atlattı. En azından tıkanırcasına ağlamadı sadece mızmızlandı, bir iki kere yüksek ağlamalara çıktı ve uykuya dalması 2 saat sürdü ancak dediğim gibi katılarak ağlamadı ve inanın bu ciddi bir başarı benim için:)

Kolikli bebekleri olan yeni annelere, yeni bir anneden nacizane tavsiyeler;

1-Siz sinirlendikçe bebeğinizin kolik ağlamaları artar. Ne kadar sakin ve güler yüzlü olmayı başarırsanız, o kadar çabuk başarıya ulaşırsınız. Tracy ablanın bir lafını hatırladım: "Başarılı ebeveynler, sabırlı ve bilinçli olanlardır."

2- Bebeğinizi gözlemleyerek neden hoşlandığını, onu neyin sakinleştirdiğini bulun. Örneğin Ayşe kuzumu bir süre, yani birkaç gün su sesi sakinleştirdi; birkaç gün iyi bir sallama sakinleştirdi; kimi günler televizyonda çalan müzik sakinleştirdi gibi... Her gün başka bir şey keşfedebilirsiniz, önemli olan keşfettiğiniz şeyleri ertesi günlerde bebeğinizin durumuna göre sunmaktır. Sonuçta amacımız belli: Ona mümkün olduğunca yardım etmek ve bu dönemi en hafif şekilde atlatmasını sağlayarak hem onun huzurlu olmasını, hem de bize karşı güven duymasını sağlamak...

3- Mümkünse eşinizle gece ağlamaları sırasında paslaşın. Herkes aynı anda ayakta kalmasın. Biri uyusun öteki baksın, 1 saat ya da yarım saat sonra diğer eş kalksın, ayakta olan yatsın gibi... Yoksa sinir, yorgunluk, bezginlik gibi haller ortaya çıkıyor ve istemeden bebeğinize kötü duygular yansıtmış oluyorsunuz. Üstelik yansıttığınız her duygu, bir katılarak ağlamaya eşit olabilir :((

4- Ayşe'mizi arabaya bindirdik, parkta gezdirdik vs. ama sanırım bu ağlama nöbetleri sırasında, daha doğrusu ağlamalar çok şiddetli değilse - ki başlarda sanırım hiçbir bebek şiddetli ağlama ile başlamaz, emin değilim tabii ki- dışarı çıkarmak daha beter bir sonuç verebilir. Yani bebeğiniz aşırı uyarılırsa ve yorulursa, nöbetlerde o kadar perişan edici ve kendisini helak edici sesler çıkarır :( Dolayısıyla, ben şiddetli ağlama yoksa evde kalıp sürekli Ayşe kuzumu gözlemleyip daha ağlamadan ya da ağlamanın şiddetlenmesine izin vermeden müdahalelerde bulunuyorum. Çok daha iyi sonuç aldığımı söyleyebilirim. Müdahale derken kastım, surat ifadelerini izleyerek gitmem gereken yolları değiştiriyorum. Örneğin sallıyorsam ve ağlama mızıldanmadan şiddetli ağlamaya kayacak gibi duruyorsa, mutlaka yöntem değiştiriyorum (su sesi dinletme, müzik dinletmek vs.). Ayşe kuzum biraz maymun iştahlı, bir yöntemi keşfetti mi artık ondan pek keyif almıyor. Bu açıdan işim biraz daha zor oluyor ama ne yapalım, o tatlı surat karşımda dururken pes etmek olmaz.

5- Bu nöbetler öncesinde veya sırasında bebeğiniz iştahsız olabilir. Her zamankinden az yiyebilir. Endişe etmeyin ama aç olabileceğini aklınızdan çıkarmayın ve beslediğiniz saate göre, tekrar beslenmesi gereken saati takip edin. Aç olup olmadığını en güzel öyle anlarsınız.

6- Sizin enerjinizle bu ağlamaların dozajında bilinmez bir bağlantı var bence. O yüzden gün içinde akşama hazırlık yapın. A,B,C planları yapın ve mümkün oldukça dinlenin yani uyuyun. Uykusuz ve yorgun bir anne-baba inanın ağlamaları ikiye katlayabiliyor.

7- En önemlisi, bu durumu kabullenin. "Bebeğim uyusun, şunları-bunları yapacağım." şeklinde programlar bence yapmayın. O günü an an yaşayın ki, program yapıp hayal kırıklığına uğradığınızda oluşabilecek kötü duyguları bebeğinize yansıtmayın.

Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Tabii ki ben Ayşe kuzumda karşılaştığım durumlar neticesinde bunları yazdım. Her bebek kendine özgü olduğundan, bu yazdıklarım size sadece bir mum ışığı olabilir. En güzeli, bebeğinizi tanımak ve ona göre yöntemler belirlemek. İyi bir gözlemci olursanız, hiçbir problem önünüzde duramaz.

5 Temmuz 2012 Perşembe

Ayşe'm Kuzum dünyaya geldi...

12.06.2012 günü saat 20:55 ile 20:58 arasında bir dakikada Ayşe'm Kuzum dünyaya geldi. Bütün saflığı, güzelliği, narinliği, pamukluğu ve lokumluğu ile kalbimize ilk saniyeden taht kurdu bile. Ona bakarken hayatın ne kadar "farklılıklar" gösterebileceğini, aslında hepimizin dünyaya bu şekilde gelip yine dünyadaki milyon farklılığın bir sonucu olarak "bambaşka" insanlara dönüşebildiğimizi düşünüyorum. O kadar savunmasız bir yavru ki o, bir damla göz yaşı dahi kalbimin en derin yerlerini acıtıyor. Bu "Annelik" kısmı çok enteresan ve kelimeler ile nasıl anlatılır inanın hiç bilmiyorum.... Sanırım kimsenin "annelik" tarifini tam olarak yapamaması bundan.
*****
Üstteki paragrafı sevgili kızım dünyaya geldiği günlerde yazmışım ama yayınlamamışım, daha sonra devam ederim diye düşünmüşüm sanırım ancak öyle bir rutinin içine girdim ki yazı yazmak bir yana boşluklarda ne yapacağımı şaşırıyorum: uyuyayım mı, kitap mı okuyayım ya da biraz televizyon mu izleyeyim, kocamla mı ilgileneyim ya da kendi özel işlerimle mi ilgileneyim, ılık bir duş mu alayım yoksa yemek mi yiyeyim gibi :) Bu rutinin annelere pek tanıdık geldiğinin farkındayım, ne de olsa hoş bir yorgunluk ardından bebeklerimiz uyuduğunda ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Çünkü bu zamana kadar dünyalar kadar boş vaktimiz varmış ve şimdi bulduğumuz ender boş vakitlerde ne yapacağımızı doğal olarak şaşırıyoruz.

Bu kadar yorgunluğun ve "beslendi mi? İyi uyudu mu? Kilo alıyor mu? Sağlıklı mı?" telaşı içinde, yüzlerindeki bir tek gülüş dünyalara bedel oluyor. Kızım artık daha da büyüdü. Yaklaşık 3400 gr oldu ve hem anne sütü, hem de mama ile besleniyor. Bu konu gerçekten içimde derinde bir yara ancak Allah öyle güzel eğitiyor ki insanı, daha önce "tam anlamıyla olayı bilmeden çok konuşan kulunu" bir şekilde aynı olaya tabi tutarak eğitiyor. Şöyle ki; Ayşe'm gelmeden önce derdim ki "mama vermem" ve içimden öyle emindim ki sütümün şırıl şırıl geleceğine:) İşte çok bilmişliğin ve ukalalığın, Allah'ın eğitimi ile törpülenmesi böyle oluyor. Şu anda hem mama veriyorum, hem de anne sütü miktarı konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyorum. Buradan da güzel bir ders çıkarıyor ve bundan sonra gerçekten bilmediğim konularda yani aslında hiçbir konuda ileri geri konuşmamayı diliyorum. Çünkü hayatta gerçekten "hiçbir şeyi" tam olarak bilemeyiz ve bilemediğimiz için de yargılara varmamalıyız. Ah bir hatırlayabilsem bu düşünceyi veya öğretiyi... O zaman her olayın başıma gelmesi gerekmez ve bizzat ders çıkarmak zorunda kalmam:) Her neyse, az miktarda dahi olsa anne sütü verebildiğim  için çok mutluyum ve mama verebildiğim için de çok mutluyum. Böylece Ayşe'm hem aç kalmıyor, hem de az da olsa anne sütü vücuduna giriyor. Allah'a çok şükür her şey yolunda... Üç kişilik güzel bir aile olduk ve ben daha ne isteyebilirim ki Allah'tan:)

Lohusalık dönemi biraz kafa karıştırıcı tabii. Ama bu yazıyı okuyan tüm yeni annelere tavsiyem: ne kadar zor da olsa lütfen "güzellikleri, olumlu şeyleri" görmeye çalışın. Bizzat yaşadığım için söylüyorum: biliyorum çok zor ama kişinin bu durumdan kurtulma isteği ile doğru orantılı bir şiddette yaşanıyor lohusalık. Mutlaka eş desteği şart bence ve annenin kendini boş vakitlerde mutlaka dinlendirmesi, hoşuna giden bir şeyler yapması yani kendini şımartması şart. Ve eskiden çok bilmişlik ettiğim bir konu: "Ben bebeğime kendim bakarım" idi ancak ilk haftalar en azından lohusalık kafası geçene kadar mutlaka sizi germeyecek veya sizde stres yaratmayacak birinin yardımı şart. Ayrıca süt verme konusunda sevgili annelere nacizane tavsiyem; moralinizi bozmadan ısrarla meme vermeye çalışın. İlk gün hastanede o kadar çok zorlandım ki, kızım meme almadı ve devamında da gerçekten çok sorun yaşadık ama yılmadım ve sürekli denemeye devam ettim. Kızım fizyolojik sarılığı atlattıktan sonra ve kilo aldıkça memeyi daha istekli ve güçlü emmeye başladı. Şu anda her memeyi en az 10'ar dakika emiyor ve bu şimdilik yeterli. Hedefim ileride yani 2-3 aylık olup daha da güçlendiğinde en az yarımşar saat bir memede tutmak ve her öğünde tek meme ile beslemek... Bu açıdan, benim yaşadığım olay size örnek olur mu bilemiyorum ama annelerin ısrarlı olması ve hiçbir şekilde motivasyonlarını kırmamaları en önemli iki unsur. Bunlar varsa, eminim bebişiniz bir süre sonra emecektir. Ayrıca pompa ile memelerinizi arada sırada sağarak süt miktarınızı görmeniz ve biberon ile o sütü daha sonra bebeğinize vermenizde kafanızdaki soruları giderecektir. Bana herkes "biberona alışır, meme almaz" dedi ve bunu ilk günlerde söylediler. Zaten o kadar kötü hissediyordum ki kendimi, iyice moralim bozulmuştu. Size de böyle şeyler söylerlerse, sakın kafanıza takmayın ve anne memesine en benzer biberonu alarak yolunuza devam edin. Hem emzirin, hem biberon verin ve eğer bebişiniz memeyi reddederse kafanıza takmayın: "Nasılsa aç kalmıyor, gerisi fasa fiso" diye düşünerek kendinizi rahatlatın ki aslında gerçekten de öyle...

Şimdilik ezcümle, annelere destek olmak şart ve annelerin olabildiğince olumlu düşünmesi şart... Yeni bir hayat, yeni bir düzen ve değişen hormonlarla bu çok zor ama destekle hiçbir şey imkansız değil. Birileri bu dönemi atlatabiliyorsa, ki milyonlarca kadın bunu başarıyor, siz de o kadınlardan biri olabilirsiniz :) Bebeğinizin keyfine varın, gerisi gerçekten koskoca bir hiç...


31 Mayıs 2012 Perşembe

Doğum yaklaştıkça...

İnsan, karnında büyüyen canlının her geçen gün aldığı formu gördükçe ve yolun hızla tamamlanmakta olduğunu hissettikçe kendi benliği dışına çıkıyor. Nasıl desem, bu durum pek tarifsiz ve sanki dünya dışı bir his gibi... Dünya dışı bir his gibi çünkü bu durumu karşılayacak tam bir kelime karşılığı yok, bu da onu dünya dışından kılıyor. O yüzden de, benliğinizin dışına çıkıp gidiyorsunuz, kafanız içki içmeden sarhoş olmuş gibi dönüyor ve sersemliyor.

Kızımıza kavuşmamıza yaklaşık iki hafta kaldı. Koskoca 9 ay nasıl geçti, şimdi masal gibi... Ancak önceki tecrübelerimizden ötürü öyle çok da çabuk geçen bir süreç olmadı. Yine de, önceki tecrübelerimizden dolayı daha sakin, koşullara daha hakim bir tavrımız ve Allah'a tam bir sığınma halimiz vardı ki, bu gebeliği sakin ve teslimiyetçi geçirmemizi sağladı. O yüzden, kızımı diğer gebeliklerime göre daha az gerdim ve strese soktum. Ne dersek diyelim, neye inanırsak inanalım, hayatta her şeyin bir oluş sırası ve bu oluş sırasının da bir manası var. Bilmediğimiz ama zamanla geriye dönüp bakıp anladığımız ya da anlamadığımız bir oluş sırası bu... İşte bu noktada O'na olan hayranlığım hep artıyor, hep artıyor...

Her şeyimiz hazır sayılır. Zaten artık 35 hafta +5 gün içersindeyim ve karnım oldukça ağırlaştı:) Bugünlerde, Allah izin verirse, kızımı kucağıma aldığımda nasıl bir duygu hali içinde olacağımı düşünüyorum, daha doğrusu hayal etmeye çalışıyorum. Normal doğum yapmayı çok istiyorum ama doktorumuz hem kızım henüz doğum pozisyonu almadığından, hem de diğer bebeklerimi kaybettiğim için bu bebeğin "kıymetli bebek" olduğunu düşündüğünden ve risk almak istemediğinden sezaryen taraftarı... Yine teslimiyetçi tarafım devreye giriyor ve içimden hep "Allah'ım sen bize hayırlı doğum yolunu göster ve o yolu kolaylaştır." diye dua ediyorum. Biliyorum ki, yine her şey olacağına varacak:) Her şey olacağına varacak diye normal doğumdan vazgeçmiş değilim tabii ki, ben elimden geleni yapacağım ama bir noktada her şeyin olacağına varacağını biliyorum, aradaki fark bu... İnsanlar "teslimiyet" kavramının hiçbir şey yapmamak, oturup beklemek gibi bir davranış olduğunu sanabiliyor. Aslında hiç alakası yok. "Teslimiyet", elinizden geleni yaptığınız ve seçeneklerinizi görmeye çalışıp değerlendirdiğiniz ama bunun için strese girmediğiniz, içinizin huzur dolu olduğu bir duygu hali... Huzur dolu bir duygu hali olmasının nedeni de, elinizden geleni yaptığınızın bilinci ve sonunda her şeyin olacağına varacağı düşüncesi... Umarım anlatabilmişimdir:) Yani kesinlikle "Oturup kaderim neymiş bir göreyim, ben ne yapsam da fark etmez, nasılsa her şey olacağına varacak" demek değil.

Sözün özü, kızımı heyecanla bekliyorum, daha doğrusu bekliyoruz. Kızımı beklerken aslında karşılaşacağım yeni "yolculuğu" heyecanla bekliyorum. Çünkü o bana, ben ona, o babasına, babası ona ve hepimiz birbirimize bir sürü şey öğreteceğiz ve birbirimizden öğreneceğiz. Kızımı kucağıma almak ve o cennet kokusunu içime çekmek dışında beni asıl heyecanlandıran şeylerden biri de, bu bilinmez ve öğretici yolculuk... Allah yardımcımız olsun... Amin...

17 Mayıs 2012 Perşembe

Bir canlıyı hissetmek...

Hamilelik her yönü ile bir kadın için yaşanabilecek en büyük deneyimlerden biri. Birçok açıdan belki hayatımız boyunca karşılaşamayacağımız olaylarla karşılaşmamızı sağlaması ve düşünce yapımız ile bakış açımızı değiştirmesi bakımından paha biçilmez bir deneyim. Özellikle bu dönemi, manevi yolda ilerleme fırsatına çevirebilirseniz, bu dönemde edineceğiniz kişisel deneyimler çok daha değerli oluyor.
İlk olarak, dünyaya bir canlıyı getirmek ve bunun için sizin bedeninizin araç olarak kullanıldığı gerçeğini kabul etmek en büyük manevi adım bence. Yani, karnınızdaki varlığın sizin malınız olmadığını, sadece bedeninizin bu varlığı dünyaya getirmek için bir araç olarak seçildiğini ve doğumdan önce ile sonra tüm süreçlerde size bu canlının emanet edildiği idrakine kavuşmak elde edilebilecek en önemli manevi kazanç sanırım. Tabii bu fikri kabul etmek ya da bu fikre alışmak, içinizde kıpırdanan ve sizinle yaşayan bir varlığı hissettikten sonra oldukça zor oluyor ya da olabilir. Ancak bu manevi yaklaşım, bebeğinizi büyütürken ve özellikle, çocuğunuz artık bir erişkin olduğunda hayatınızı kolaylaştıracak bir yaklaşımdır. Hem çocuğunuzun, hem de sizin hayatınızı kolaylaştıracak bir yaklaşım...
İkinci olarak, bir canlı için her şeyi yapabilme duygusundan bahsetmek gerekir. İçinizde yaşayan ve büyüyen bir varlığın her türlü korunması size bağlı olduğundan, alıştığınız tepkileri veren karakterinizi bir anda başka bir karaktere dönüşmüş bulabilirsiniz ki, bu deneyim de hayli ilginç oluyor ve manen daha değişik bir mertebeye yönelmenizi sağlıyor. Öncelikle şaşırtıcı ama bir o kadar da hayranlık uyandırıcı bir deneyim oluyor. Düşünsenize; aslında çok sessiz ve hakkını aramayan bir kadınken, bebeğinizi hissetmenizle başlayan bir dönüşüm yaşayıp sesi çıkan ve ne olursa olsun bebeğinin hakkını savunan bir insan haline geliyorsunuz. Belki bunu yaşamamış olanlara "Yok artık" dedirtecek bir örnek olmuş olabilir ancak bu durumu yaşamış biri olarak, içimizde aktığına inandığım bu gücün ortaya bebeklerimizle daha güçlü çıktığını söyleyebilirim. Yaşadığınızda gerçekten anladığınız enteresan bir deneyim...
Üçüncü olarak, henüz bizim gibi duyamayan ve göremeyen ve konuşamayan bir varlığın mucizevi bir şekilde duyduğunu, gördüğünü ve konuştuğunu yani iletişim kurduğunu ama bizim bildiğimiz yöntemlerle değil, kendi yöntemleri ile bu iletişimi kurduğunu görmek Allah'ın mucizelerine inancınızı sağlayacak bir deneyim oluyor. "Henüz anne karnında, ne anlayabilir ki?!" diye düşünsek de, inanın onlar içimizde her şeyden haberdar: üzüldüğümüzün, sevindiğimizin, onlarla konuştuğumuzun, dertleştiğimizin ya da bir olayı anlattığımızın hepsinin farkındalar ve en önemlisi, sevildiklerinin veya sevilmediklerinin de farkındalar... O yüzden, rahmimize ilk düştüklerinde dahi onlara bir çiçek gibi davranmalı ve özen göstermeliyiz. Ağzımızdan çıkan her kelamın, yüreğimizden geçen her duygunun farkında olmalı ve onları düşünerek hareket etmeliyiz.
Bu ilk üç manevi deneyim ilk aklıma gelen deneyimler... Dokuz ayı göz önüne alırsak, daha bahsedilecek ve bu sayfalara sığmayacak kadar uzun bir deneyim çıkar. Ama özet olarak söylemek istediğim, hamilelik başlı başına mucizevi bir olay ve her anının tadına varırken aynı zamanda kendimizin ve bebeğimizin bir gözlemcisi olmalı, bu süreci yararlı ve derslerle dolu bir yol olarak görmeliyiz. Böylece edindiğimiz her bir deneyim, ileride bize geri dönüşü olacak özellikler katabilir.

11 Mayıs 2012 Cuma

Kediler ve yaşam

Üzerine bilen, bilmeyen herkesin konuştuğu bir konudur kediler ve evde kediler ile yaşam. Çocukluğundan beri kedilerle birlikte yaşayan bir kişi olarak öncelikle şunu belirtmek isterim ki, kedi veya herhangi bir hayvanı beslemek ve sevmek, insanın içindeki öz sevgi kaynağına ulaşmayı mümkün kılıyor. İçimdeki merhamete ve o sonsuz sevgi kaynağına şu ana dek sadece çok sevdiğim hayvanlar ile ulaşabildim.
Hamile kalmadan önce iki tane sokak kedisini evimize almıştık. O kadar ufaklardı ki geldiklerinde, Concon kızımız 1 ayını bile doldurmamıştı; Çiko beyimiz ise, ancak iki aylıktı. Çiko'yu ben bulup eve getirdim, Concon'u ise eşim bulup eve getirdi.
Çiko bir ağacın tepesinde sabaha kadar miyavlamıştı ve ben o günün akşamında onun bağırdığı ağacın oralardan geçerken önüme atlayıp türlü oyunlar yaptı. O kadar tatlı bir sarman tekirdi ki, dünya umurunda değildi. Hemen yanında akan E-5 ise, hiç mi hiç umurunda değildi. Yani, oynadığı çam kozalağı yola kaçsa, oyun oynadığı için gözü hiçbir şey görmeyen Çiko o kozalağın arkasından E-5'e atlayabilirdi. Bütün bunları düşünen ben, onu öylece orada bırakamadım ve onu veterinere götürmek üzere kucağıma alırken hemen ağacın bulunduğu yerdeki inşaat halindeki metro istasyonunun gece bekçisi yanıma geldi. "Abla" dedi "Bütün gece bağırdı bu hayvancağız, bende Allah'a yalvardım bir hayvansever gelse de alsa diye" demez mi... Hayatımda karşılaştığım en tuhaf olaylardan biriydi bu diyalog... Çünkü çok kedi görmüşümdür yolda ama herhangi birisini eve almaya bir türlü cesaret edememişimdir. Şimdi Çiko karşımdaydı ve ben güvenlik görevlisinden önce onu almaya zaten karar vermiştim. Bunun bir tesadüften çok daha öte olduğuna inanmışımdır hep... Zaten Çiko'mun alnında çok belirgin Hz. Muhammed Efendimiz'in isminin ilk harfi "Mim" harfini görebilirsiniz; tüm tekirlerde olduğu gibi...
Concon ise, eşimin arabasının altına sinmiş ve bütün gün çıkmamış. Eşim beslemeye çalışmış ama koyduğu yemeklerin hiçbirini yememiş ve en sonunda eşim, bu hayvancağız herhalde benimle gelmek istiyor diyerek almış. Eve o kadar kocaman bir kutu içinde getirdi ki Concon'u hiç unutmuyorum. Bir 70 ekran televizyon  kutusu kadar kutunun içinden daha 1 ayı dolmamış, el kadar bir kedi çıkmıştı. Önce biraz kaygılandım, Çiko nasıl karşılar?, acaba anlaşabilirler mi merak içindeydim ama o kadar iyi dost oldular ki Allah'a şükür, sanki kardeş gibiydiler ve hala da öyleler... Sanki birbirlerine can yoldaşı oldular ve ben İnsan ırkında hiç bu kadar güzel bir çift görmedim:) O kadar romantik ve duyarlılar ki birbirlerine karşı, onları izlerken içiniz gidiyor...



Hayat onlarla öyle güzel ki, hamile kaldığımda bana "Kediler ne olacak?" diyenlere şaşkın gözlerle baktım. Maalesef Türkiye'de Avrupa'nın tersine, kedilerin zararlı olduğuna dair henüz kanıt gösterilemeyen bir kanaat var. Doktorlar dahi, "kedileri atın" diyebiliyor bu ülkede, emin olabilirsiniz çünkü bizzat benim başıma geldi. Kanıtlanmamış verilerin olduğu bir konu ile ilgili nasıl bu kadar net konuşabildiklerini ve daha doğrusu, nasıl bu kadar duyarsız olabildiklerini anlayabilmiş değilim.
Gerçek bir hayvan sever, bir canlıya ev sahipliği yaparken ona ölene kadar bakmayı kabul eder. Aksi bir yaklaşım aklına bile gelmez. Tabii bunu anlayabilmek için gerçek bir hayvan sever olmak şart. Ne yazık ki, "kedileri atın" diyen doktor dahil "kedileri ne yapacaksın?" diyen herkesi hayvan sever olmamak ile itham etmek zorundayım:( Her şeyi bırakın, sırf benim bir evladım olacak diye daha önce söz vermiş olduğum, sıcak bir ev ve yemek sunduğum hayvanları dışarı atmamı ya da bir başkasına vermemi isteyen herkese buradan bir sorum var: Siz evladınızı dışarı atar mısınız? "Yok artık ne alaka?!" diyenler olabilir ki olacaktır da, eşim de maalesef bu çoğunluğa dahil biri, ancak evet bir hayvan köpek, kedi, kuş, aslan, sincap, balık vs. fark etmez sizindir. Size emanettir ve size bağımlıdır. Tıpkı küçük bir bebeğin aciz kalıp anne ve babası olmadan yaşayamaması gibi... Siz bebeğinizi nasıl bir kenara atamayan, onun yalnız başına ne yapacağını düşünen ve bu durumdan korkan bir ebeveynseniz, aynı şekilde muhtaç durumda olan ev hayvanınızı eve alırken de aynı sorumluluğa sahip olmalısınız. Çünkü bir bebek ile aynı muhtaçlığa sahipler. Bir bebeğin gördüğü sevgiyi onlar da görmek istiyor. Sözün özü, nasıl bir çocuk sahibi olmaya karar veren biri, bir zamanlar sıcak evini açtığı köpeğini, kedisini başka birine verebiliyor ya da dışarı atabiliyor anlamış değilim. Umarım ömrüm boyunca da anlamam. Benim bebeğim olacak diye, daha önce evimi açtığım hiçbir hayvanı dışarı bırakmam. Onlar benim bir parçam ve dertlerimi, sevinçlerimi paylaşan en sıkı, sessiz, sadık dostlarım... Bunu böyle hissetmiyorsanız, sizden ricam lütfen evinize bir anlık hevesle hayvan almayın. Dediklerimde hemfikirseniz ve hayvan almak niyetindeyseniz, özellikle köpek alacaksanız, lütfen gidip bir barınaktan alın. Orada istediğiniz cins hayvanı bulabilir, üstelik para vermek zorunda da kalmazsınız.
Kızımın kedilerle çok iyi anlaşacağına, hatta evde iki kedinin olmasının ona farklı bir bakış açısı kazandıracağına, merhamet duygusunu erkenden tanımasını sağlayacağına ve daha da önemlisi empati yeteneğini geliştireceğine eminim. Bir ev hayvanının zarar vereceği görüşünün aksine, çok yararlı ve etkili olacağına inanıyorum. Hamileyken kedi beslemenin en korkulan yanı şudur: Toksoplazma... Konu hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler: http://www.mumcu.com/html/article.php?sid=399 adresine bir uğrasınlar ve yazıyı üşenmeden okusunlar derim.
Sözün özü, hayat hayvanlarla-bitkilerle yani Allah ne yarattıysa hepsiyle barışık olduğumuzda daha güzel... Yanlış bilgiler sonucu hareket etmek yerine işin doğrusunu öğrenmek de yarar var. Ne olur kulaktan dolma bilgilerle hareket etmeyelim, elimizin altında artık internet gibi sonsuz bir kaynak var. Onu kullanalım, doğrusunu öğrenelim, önyargılarımızı yıkalım:)))


1 Mayıs 2012 Salı

Yine, Yeni, Yeniden...

Ve işte tüm yaşananların ardından bu kez Eylül 2011 tarihinde başlayan yeni gebeliğimi yaşıyorum. 31. haftada kızımla birlikte geldiğimiz bu yolda, hayatın insanı tekrar ümit dolu kıldığını bifiil yaşıyorum. Sanki yazdıklarımı geçmişte yaşayan hem benmişim, hem değilmişim gibi... Yaşananlar çok tanıdık ama bir o kadar da uzak, yani demek istediğim insanın anı yaşarken dolu dolu hissetmesi ve sonra üzerinden geçen zamanla o anların birer hikayeye ya da silik fotoğrafa dönüşmesi... Bütün bu unutma sistemi ve tekrar umut etme gücü, insanın içindeki en temel ve yaşamsal güç bence. Hayatın belki de insana ait gizemi, bu güçte yatıyor. Yani insanlar içlerinde bulunan bu gücün farkına vararak bunu güzel ve olumlu şeylere kanalize ettiklerinde, sanki dünyanın da geleceğinde ufak bile olsa, etkileşimli bir dalgalanmaya yol açıyorlar. Ne kadar çok insan bunu hisseder ve bu dalgalanmaya katkıda bulunursa, dalganın boyutu ve etki alanı büyüyor... Tabii bunun tam tersi de mümkün maalesef, yani içindeki gücü bilen ve bunu kötü, olumsuz duyguları yaymak için kullananlar başka bir dalgalanma yaratıyor ve dünyayı içten içe çürüten dalgalanmaya sebep oluyorlar. Su üzerinde yapılan deneye benziyor bu anlattığım dalgalanma hikayesi: suya güzel ve olumlu şeyler söylediğinizde ve dondurduğunuzda ortaya çıkan kristal ile kötü ve olumsuz şeyler söyleyip dondurduğunuzda ortaya çıkan kristal birbirinden şaşırtıcı derecede farklı oluyor. Aynı şeyi evde bir pirinç tanesine de yapabilirsiniz, bir hafta boyunca bir pirinç tanesine kötü ve sevgisiz cümleler kurun ve bir pirinç tanesine sevgi dolu ve güzel şeyler söyleyin. Gözlerinizle farkı görün.
Düşünsenize vücudunun çoğunluğu su olan varlıklar olarak biz, kendimize ve etrafımıza söyledeğimiz her kötü sözün ve her güzel sözün bir etkisine maruz kalıyor ve maruz bırakıyoruz. Bunu tam olarak idrak edebilseydik, belki de daha az konuşur, daha çok düşünür ve çok düşünüp az kelam ile güzel ve olumlu şeyler söylerdik... Böylece her dediğimiz söz anlamlı olur, yanı sıra dünyaya güzel bir etki bırakırdı...
Nereden başladım nereye geldim:) Aslında demek istediğim, tıpkı kendimize ve çevremize gösterdiğimiz hassasiyeti, karnımızdaki varlıklara da göstermeliyiz. Çünkü onlar bir sıvının içinde ve eminim sevgi dolu cümlelerle keyifleniyor, sevgisiz hitaplarla hüzünleniyorlar. Bu bilinçle, karnımızdaki varlıklara yaklaşırsak, daha doğamadan sağlıklı nesillerin tohumunu atmış oluruz ve bu sayede, sağlıklı bir toplum ve sağlıklı bir dünya oluruz gibi geliyor... Evin temizliği, yıkanması gereken bulaşık-çamaşırlar, eşimizin dağınıklığı-vurdumduymazlığı ya da ilgisizliği, komşunun ne yaptığı-nereye gittiği vs. gibi konularla meşgul olmak yerine hayatın özü olabilecek bu gibi konulara kafa yorsak, bunların üzerine düşünsek ve uygulamalar yapsak kanaatimce dünyaya gelişimizin nedenini gerçekleştirmiş oluruz. En azından gerçekleştirmeye yakınlaşmış oluruz... Hepimizin yolunun sevgiyle döşenmesi dileklerimle...

26 Nisan 2012 Perşembe

Geçmiş zaman olur ki... 2

Dün anlatamadığım önceki ikinci gebeliğimi anlatmaya devam etmek istiyorum bugün. Okuyan için iç daraltıcı ve tatsız olabilir bu hikayeler. Ancak ne kadar daraltıcı ve üzücü olsalar da paylaşılmaları gerektiğine inanıyorum. Yaşadığımız olayları paylaşmalıyız ki, o olaydan ve sonuçlarından diğer insanlar da yararlansın.
İkinci gebeliğimi de, Ocak 2010-Ağustos 2010 tarihlerinde yaşadım. O da bir oğlandı ve taa ki 28. haftaya kadar her şey çok normaldi. Yanlış hatırlamıyorsam doktorla 28. hafta randevumuzu geçirmiştik ve o randevuyu takip eden Pazar sabahı uykudan suyum gelerek uyandım. Hemen eşimi kaldırdım ve apar topar hastaneye gittik. Bir önceki bebeğimizin öğrettiklerinden birisi, sakin olmaktı. O yüzden bu sefer sadece kaygılıydım ama heyecanlı ya da panik halinde değildim. Hastenede tuvalete kalkmak dışında yataktan kalkmadan ve olabildiğince sıvı tüketerek 3 gün geçirdim. Bu süre zarfında iki gün bebeğimin akciğerlerinin gelişmesi için iğne yaptılar ve kasılmaları engellemek için ilaç verdiler. Ancak 3. günün sonunda oğlum gece saat 22:00 gibi sancıları başlattı ve sabah 3'e doğru dünyaya geldi. Aslında sezaryen ile almak istiyordu doktorlar ancak o kendisi bu şekilde gelmeyi seçince ve hastanede bin türlü karışıklık yaşanınca, yani hemşireyi bir türlü doğum yaptığıma ikna edemeyince, doktorum artık doğurmama iki dakika kala geldi ve sonuç olarak normal doğum yapmak zorunda kaldım. Oğlum çok küçüktü ve tam tarih olarak 29 haftalıktı. Bu yüzden hemen küveze konulması ve gerekli tedavilerin yapılması gerekiyordu. Hemen anne sütü de alamayacaktı, karından besleniyordu ve akciğer makinesine bağlıydı. Yani kendi başına soluk alamıyordu henüz. Her neyse, bu kez 13 saat yaşayan oğluma da yine ne dokunabildim, ne koklayabildim. Onu da Allah'ın rahmetine yolladık.
İki oğlumda da yaşadığım sorunların nedeni, niçini bilinemedi. Hepsinde sadece tahmin yürütebildi doktorlar. Belgelerle hiçbir şey ispat edilemedi. Eşim ve ben akraba değildik ve kan uyumsuzluğu vs. yoktu. İkinci oğlumda yaşadığım membran patlaması ve su gelmesi, ancak enfeksiyon sonucu olabilen bir şey dendi fakat enfeksiyonda tespit edilemedi. Bu durum bana bir şey daha öğrettti: Hayatta gerçekten delirseniz de, bir şeyin nedenini bilmeme ihtimaliniz çok yüksek... Eğer bilinmiyorsa, bilinmiyordur. Bunun için, "şöyle yaptım bu yüzden böyle oldu" demelerin gerçekten ne sonu var, ne bir yararı... Bu hikayeden de nacizane çıkarımlarım:
1- Hamile kalır kalmaz, ne olur ne olmaz diye, ilk gebeliğiniz olsa bile mutlaka bir küvez araştırmasına girin derim. Küvezden daha önemlisi, yoğun bakım uzmanı ve ekibi çok iyi olan bir hastaneyi seçmenizde yarar var. Kendi doktorunuz başka bir doktor bile olsa, B planı yapmanızda gerçekten hiçbir sakınca yok. Biz eşimle sudan çıkmış balığa dönmüştük çünkü hiç böyle bir araştırma yapmamıştık ve zannediyorduk ki bizim başımıza hiç böyle bir şey gelmez... İnsan o yüzden, diğer hikayeleri dinleyip ders çıkarmalı ve kendi yolunu da çizerken bu olasılıkları mutlaka hesaba katmalı.
2- Son anda değiştirmemek için, mümkünse küvezin ya da yoğun bakım ekibinin bulunduğu hastanede doktoru seçmek ve olabildiğince mesleğini seven, saygılı ve donanımlı bir doktor bulmak...
3- Günün sonunda, elinizden gelen her şeyi gösterdiğinize emin olarak, içinizde bir şey sürekli vesvese yapsa da ona rağmen, gönlünüzü ferah tutmak ve hayatta aslında birçok şeyin bizim elimizde olmadığına, bir yere kadar etki edebildiğimize rıza göstermeye çalışmak... Çünkü direnmenin ve sorgulamanın inanın kimseye bir yararı olmuyor... Bu süreçlerin hepsini bizzat yaşadım ve kendimi ne kadar çok gereksiz yere düşüncelerimle kemirdiğimi anladığımda kendimi boşu boşuna zarara uğratmıştım:( Siz benim düştüğüm yanlışa düşmeyin...

Kısacası, hayat her zaman süprizlerle dolu... Bu süprizler kimi zaman mutluluktan uçurabilir ya da kimi zaman üzüntüye boğabilir... Olabildiğince hepsine hazır olmak gerek. Ne mutluluğu, ne mutsuzluğu sömürürcesine yaşamamak lazım kanımca. Öyle bir hale geldim ki, mutlu olduğum anda mutsuzluk yaşayanları düşünüyorum ya da bu durumun sonsuza kadar sürmeyeceğinin farkında kılıyorum kendimi ve böylece mutluluğun tadına başka bir şekilde varıyorum, yani mutluluğu sömürmemi bu farkındalık engelliyor. Aynı şekilde mutsuz olduğumda, o anda mutluluk yaşayanları düşünüyorum ya da o anın sadece birkaç gün ya da hafta ya da ay süreceğini ve sonra geçeceğini, yerini başka bir duyguya bırakacağını düşünüyorum ve böylece, mutsuzluğu da sömürürcesine yaşamamış oluyorum.

İlk yazılarımda dediğim gibi, hayat aslında özünde bir dengeden oluşuyor. Bence İnsanın kendi bireysel yolculuğunda ulaşması gereken yer o denge hali... Pek zor bir iş, ama bunu bulmak için birçok ilim, bilim, kitap, felsefe yani her türlü araç mevcut hayatta. Sadece yapmamız gereken araştırmak, okumak ve en önemlisi bu denge haline ulaşmayı gönülden isteyerek çalışmak... Yılmadan çalışmak... Karşılığı maddi olmayan bir çaba bu ama getirdiği manevi tatminin yerini hiçbir madde dolduramaz... Hepinizin içinizdeki dengeyi bulmanızı diliyorum:)

25 Nisan 2012 Çarşamba

Geçmiş zaman olur ki...

Bugün, daha önceki gebeliklerimden ve başıma gelenlerden bahsetmek istiyorum. Bunları anlatmak istiyorum çünkü başına bu tür şeyler gelen başka insanların öncelikle yalnız olmadıklarını bilmelerini istiyorum ve ikinci olarak, herkesin tüm yaşadıklarını sadece başına gelen kötü olaylar olarak değerlendirmesindense en büyük Öğretici tarafından verilen dersler olarak görmesini ve bu çerçevede yorumlamasını istiyorum. Zor olsa da, bir süre geçtikten sonra insanın başına gelenler üzerine kafa yorması ve bu olaylardan çıkarımlar yapması bana göre şart... Öyle olmalı, çünkü tüm bunlar sadece bizi üzmek ve ağlatmak için ortaya çıkan olaylar olmamalı, derinlerde daha önemli bir bilgi olmalı ve insan olarak bizim bu dünyadaki görevimiz, bu derinlerdeki bilgilere olabildiğince yakınlaşmak olmalı...
İlk gebeliğimi, Şubat 2009-Haziran 2009 arasındaki dönemde yaşadım. Eşimle benim karşı karşıya kaldığımız durumu anlamak için, her şey çok güzel giderken ve hamile kalmanın, bir aile olacak olmanın mutluluğu içerisindeki iki insanın bir anda duvara toslar gibi tosladığını hayal edebilirsiniz. Tam 18-21 hafta arası yapılan organ tarama sırasında bebeğimize "Korpus Kallozum Agenezisi" teşhisi kondu. Bu kabaca, beyni iki yarım küreye ayıran kanalın tamamen olmaması demekti. Bazı bebeklerde bu kanalın bir kısmı oluyor, bir kısmı olmayabiliyordu ve bu durum, görece daha iyi bir durum demekti ancak bizim bebeğimizde kanalın tamamı gelişmemişti. Bu da şu anlama geliyordu: Bebeğimiz en basit motor hareketleri yapamayabilirdi ya da sara hastası olabilirdi ya da şizofren olabilirdi ya da sadece öğrenme güçlüğü çekerdi ve yaşıtlarından hep birkaç adım arkada olarak gelişim gösterebilirdi. Çünkü bu kanalın olmaması, sağ ve sol yarım küre olarak ayrı olması gereken ve bu iki yarım kürenin kendi arasında yaptığı alışverişi yapan sistemin olmaması demekti. Tıp bu konuda sadece varsayımda bulunabiliyordu. Oranlarla konuşuyorlardı ve sonuç olarak bize, bebeğinizin %60 zihin özürlü olma ihtimali var dediler.
Kadınların ve erkeklerin neden farklı yaratıldığını ve niçin bu dünyada birbirleri için var olduklarını daha sonra düşünüp keşfettiğim an, bu günlere rast gelir. İçinde canlı bir varlık taşıyan kadın, anne, %40'lık oranı yani hiçbir şey olmama ihtimalini görmek isterken annesinin karnındaki varlığı deli gibi kucaklamak isteyen, öpmek isteyen, o varlığa kavuşmak isteyen erkek, baba, %60'lık kısmı görerek gelecekte bebeğinin ne gibi sorunlarla karşılaşacağını görüyordu. Yani kadının duygusal yanını erkek törpülüyordu ve belki de, dünyadaki denge dediğimiz şeyin en somut örneği kadınlar ve erkekler...
Dolayısıyla anlayacağınız gibi, bebeğimizi "tahliye etmeye", tıbbi terimi bu ama sonuç olarak aslında "öldürmeye" karar vermek hiç kolay olmadı. Her şeyin tam olması adına, doktorlar benden amniyotik sıvı alıp başka bir özür olup olmadığını bulmak istediler. Amniyotik sıvı aldıracaklara buradan tek tavsiyem, bunu gerçekten sıhhi ortamda yapacağına inandıkları bir tıbbi ekip bulmaları... Onun dışında, hiç zor olmayan ve birkaç dakikadan fazla sürmemesi gereken bir işlem... Düşük ve kanama tehlikesi tabii ki var, bu yüzden hastanenin sizi işlemden sonra en az 1 saat gözetim altında tutması şart... Ailelerin bu konuya da dikkat etmesini tavsiye ederim.
Sonuç olarak, sıvı alındıktan yaklaşık 10 gün sonra bebeğimizin tahliyesine zor da olsa, kahrolsak da karar verdik. Allah kimseyi bu kadar zor bir karar vermek zorunda bırakmasın İnşallah ve Allah kimseyi böyle bir duruma sokmasın İnşallah. O günler şimdi masal gibi geliyor ancak amniyotik sıvı sonucunu eşimle beklediğimiz o 10 gün yaşadıklarımızı bir Allah, sonra eşim ve ben biliyoruz. Tabii ki, bir de karnımda ne olup bittiğini çok iyi bilen oğlum biliyordu. Onların her şeyi bir şekilde anladıklarını düşünüyorum. Bu annenin hissettikleri yoluyla olabilir ya da bizim bilmediğimiz başka bir yolla ancak ana rahmine düştükleri ilk andan itibaren Allah onlara algılama yeteneği veriyor. O yüzden, gebe annelere sesleniyorum; olabildiğince mutlu, huzurlu kalmaya ve onunla konuşmaya çalışın. İlk günden iletişim kurmaya çalışın.
O 10 gün boyunca eşimle nasıl uyuduğumuzu hatırlıyorum çok net olarak, sanki zamanı durdurmaya ya da gerçeği görmemeye çalışan iki aciz varlık gibi devamlı uyuyorduk, belki de uyutuluyorduk. Ve ben, anne adayı olarak içimden sürekli sıvı sonucu iyi çıkarsa bir şansımız olacağına dair kendimi kandırıyordum. Yani aslında, yine de umut ediyordum ve aslında eşim, içten içe umut etmek için çıldırsa da, sürekli hiçbir şeyin değişmeyeceğini, geleceği düşünmemi söyleyerek beni hep hayal aleminden çekip alıyordu. Ve nitekim, 10 gün sonra hayaller sona erdi ve nöroloji kurulundan tahliye önerisi çıktı. Ve bizde tahliye edilmesine karar verdik.
Bu süreçte öğrendiğim enteresan bir şey de, bir bebeğin doğumundan sonra atılan kahkahalar, sevinç nidaları yerine duyulan ağır sessizlikti... Aslında ve garip bir şekilde bu durum, normal hayatımızda arkadaşlarımızla sohbet ederken kısa bir sessizlik olduğunda ağzımızdan kolayca çıkan o iki kelime: "Kız doğdu" cümlesinin ifade ettiği şeydi. Hiçbir zaman söyleyemeyeceğim, ağır mı ağır ve aslında hiçbirimizin içeriğini tam olarak bilmediğimiz bu cümle, kız çocuğun doğması ile gerçekten ilgisi olmayan bambaşka bir durum... Sözlerle ifade edilemeyecek kadar ezici bir sessizliği ancak yaşayan bilir ve Allah hiçbirinize yaşatmasın.
Oğlumu, suni sancı alarak ve normal doğum yöntemi ile tahliye ettik. Nasıl bir anne, sağlıklı bir bebek doğururken her anı yaşamak isterse, aslında böyle kötü bir durumda da baygın olmak isteyebilir. Ancak ne kadar zor olsa da, o anı baygın değil her şeyin idrakinde yaşadığım için kendimi şimdi çok şanslı hissediyorum. Çünkü belki de 100 yıl yaşasam öğrenemeyeceğim duyguları, düşünceleri sadece o 24 saatte öğrendim. Evet güzel bir çığlık ve arkasından ağlama duyamadım, evet kucağıma alıp öpme zevkine ulaşamadım ve evet bir nebze de olsa o güzel kokusunu koklayamadım... İçim yandı, kavruldu... Ellerimle bebeğimi öldürdüm diyebiliriz... Ancak o günden sonra, öyle bir idrak penceresi açıldı ki, bunu size yine anlatamam sözler yetersiz kalır.
İçimde bir yerlerde Allah'ın beni ve eşimi, bebeğimizi öldürme kararı aldığımız için affedeceğine inanmak istiyorum. Yine doğrusunu Allah bilir. Şimdi düşündüğümde, yaşamasına karar verseydik ve zihin özürlü olsaydı da, yine birçok şey öğretecekti büyük Öğretici... Demek istediğim, siz Allah'ın verdiği özgür iradenizle neyi seçerseniz seçin her yol sizi bir yere götürür ve o yol size, hep bir şeyler öğretir. Günün sonunda tüm yaşadıklarım bana bunu birçok kez net bir şekilde gösterdi. O yüzden, daha sonra benim de çok sık yaptığım ama Allah'a şükür artık tamamen bıraktığım vesveselere kendinizi bırakmayın. Yani, "keşke yapmasaydık, etmeseydik, günah işledik" ya da tam tersi "O zaman doğru kararı veremedik, şöyle-böyle vs. yapmalıydık" gibi cümleler yerine durumu değerlendirmeyi ve bu durumun sizi daha iyi bir insan yapmak için sunduğu fırsatları görmeyi ve değerlendirmeyi deneyin. Öyle inanıyorum ki, bu insan olmaya çalışmanın temeli ve insan olmayı ancak bu şekilde başarabiliriz.
Sanırım ikinci gebeliğimi başka bir yazımda anlatacağım... Bugün bu yazıyı hazmetmek lazım:)
Hiçbir zaman, ne kadar kötü durumda olursanız olun yalnız değilsiniz... Öncelikle yanı başınızda Allah var, ister inanın ister inanmayın ve sonra, dünya üzerinde başınıza gelen benzer olayları yaşayan milyarlarca insan var... Yani yalnız değiliz ve yaşadığımız her an için sonsuz kere şükretmeliyiz...

24 Nisan 2012 Salı

Fetal MR çektirmek...

Blogu açalı epeyce bir zaman geçmesine rağmen oturup da yeni bir şeyler yazamadım. Dün yaşadığım bir olayı devam yazısı olarak anlatmaya karar verdim. Umarım birilerine bilgi paylaşımımın yararı olur.

Dün hayatımda ilk defa Fetal MR denen bir tarama yaptırdım. Bu taramayı yaptırmamın sebebi, ilk gebeliğimde beyinsel bir anomali yani Corpus Collozum Agenezisi (Yokluğu) denilen bir anomali tespit edilmesinden ötürü doktorumun bu taramayı gebeliğimde yaptırmamı uygun görmesiydi. Bizde eşimle beraber gidip bu taramayı yaptırdık. Allah'a çok şükür hiçbir şey çıkmadı yani kızım oldukça sağlıklı bir şekilde Allah'ın izniyle dünyaya gelecek:) Sadece tarama sırasında hissettiklerim yine bir sürü şey öğretti bana.

Öncelikle bir kabine girip verdikleri kıyafeti giyiyor ve tüm metal eşyalarınızı, tokalarınızı, takılarınızı çıkarıyorsunuz. Ardından taramayı yapacak olan teknisyen size yardımcı oluyor ve makinenin olduğu yere sizi götürüyor, yatırıyor ve üzerinize bağlaması gereken aletleri bağlıyor. Bu arada işlemin ne kadar süreceği, neler yapılacağı ve hastadan beklenenleri anlatıyor. Kısaca bu işlem 15 dakika ila 1 saate yakın sürebiliyormuş. Bebeğin hareketlerine bağlı olarak, örneğin çok hareket ederse daha fazla ara vermek zorunda kalmaları gibi, bu süre uzayıp kısalıyormuş. Bir de tabii bu süre içinde anneden nefesini tutup bırakmasını istedikleri anlarda oluyormuş ve nefesinizi ne kadar iyi tutarsanız, daha doğrusu ne kadar iyi bir işbirliği yaparsanız yine bu süre kısalıyor ya da uzuyormuş.
Teknisyen tüm bunları anlattıktan sonra beni makinenin içine soktu. Gözlerimi kapatmamı tavsiye etti. Önce gözlerimi kapadım ve kalbim delicesine çarpmaya başladı. Sanki yaşarken mezara girmek gibi bir duyguydu ve insan sanki boğuluyor gibi hissediyor. Bu yüzden de önce müthiş bir korku ve tedirginlik, panik oluyor. Milyon tane şey geliyor aklınıza, başta bebeğinizin bir zarar görmemesini umuyorsunuz ve onun için korkuyorsunuz. Sonra alanın ne kadar dar olduğu ve aciziyet hissediyorsunuz. Tüm bu duygular ilk 5 dakika içinde, makineden gelen seslerle birlikte tavan yapıyor ve müthiş bir panik yaşıyorsunuz. Özellikle gözlerim kapalı girdiğim için, alan bana iyice dar gelmeye başladı ve böyle kalamayacağımı anlayıp gözlerimi açtım. Burnumun dibindeki beyaz tavana gözlerimi dikerek dua ettim. Bu arada cihazın çıkarttığı milyon tane sesi dinliyordum. Aslında bir kulaklık veriyorlar sesler rahatsız etmesin diye ancak sesler o kadar yüksek ki, insan ister istemez etkileniyor. Her neyse, dua etmek beni her zaman sakinleştirir ve Allah'a yakınlaştırır. Bu nedenle yine dua ederek yalnız olmadığımı hatırlayıp yavaş yavaş sakinleşmeye başladım ve nefes alış verişim düzeldi. Bu kez içeriden teknisyenin yaptığı anons ile nefes alıp bırakıp tutmaya başladım ancak yine bu işlemin ilk beş dakikasında nefes tutmakta oldukça başarısız oldum. Sanki bebeğim içeride boğulacakmış ve buna ben sebep olacakmışım gibi bir his olduğundan nefesimi iki saniye bile tutamadım. Dolayısıyla istedikleri görüntüleri alamadılar ve birkaç dakika sonra içeriden uyarı anonsu geldi. Nefesimi daha iyi tutmamı rica ettiler. Bende biliyordum kötü bir performans sergilediğimi ama elimden gelenin en iyisini yapıyordum. Kan ter içinde kalmıştım ve yine şifayı dua etmekte buldum. İşlemin kısa sürmesini ve bunun için en iyi performansı göstermeyi diledim Allah'tan ve ister inanın, ister inanmayın nefes alış verişim düzeldi, teknisyenin istediği her şeyi tam anlamıyla yapabildim ve işlem sadece toplam 20 dakika sürdü:) Bana işbirliği için teşekkür ettiler, odadan çıkıp üzerimi tekrar değiştirdim ve sonucu ertesi gün almak üzere binadan eşimle birlikte çıktık.

Bu işlemi yaptırmak zorunda kalacaklara nacizane tavsiyem, taramaya girmeden önce kendilerini neyin sakinleştirdiğini bulsunlar, bu teknik üzerine düşünsünler ve tarama sırasında verimli olabilmek için bu tekniği uygulasınlar.

Beni her zaman zor durumlardan Allah'ın kurtardığını çok şükür fark edebiliyorum; O'nun yanımda olduğunu hatırlatan dualar ve sohbet beni sakinleştirir. Bu yüzden dün benim sakinleşme yöntemim dua etmek ve Allah'a yakınlaşmaktı. Dediğim gibi, bu işlemi yaptıracak olan sizler de kendi yönteminizi taramayı yaptırmadan önce bulup tarama sırasında bu tekniği uygulayın, böylece çok daha az endişe, korku ve heyecan duyacaksınız...

16 Nisan 2012 Pazartesi

Merhaba!
Ben de bir blogger olmaya karar verdim ve işte karşınızdayım:) Amacım; gelen ziyaretçilerin zevkli vakit geçirmesi ve İnşallah yakında doğacak kızıma güzel bir anı bırakmak... Özellikle "Bebek Günlükleri" adresini almamın nedenini sanırım ilerleyen günlerde daha iyi anlayacaksınız, yani blogum şekillendikçe ve anlattığım anılara şahit oldukça demek istiyorum. Bu sadece bir başlangıç ve "merhaba" demek için yazılmış bir yazı. Önümüzdeki günler ne gösterecek hep beraber göreceğiz. İnanın ben de sizin kadar sürprizlere gebeyim:)
Tekrar Merhaba ve umarım çok yakın zamanda görüşmek üzere!

Matruşka bebekler gibi miyiz?

Merhabalar Efendim, Önce başlıkta adı geçen Matruşka ne demekmiş ona bir bakalım: " Rus yapımı bir oyuncak bebek türüdür. Ahşap el y...